Kalkınmayla koruma arasında: Türkiye'de turizm

Makale

Turizmden beklentiler iki yönlü: Bir yandan sektörden dardaki Türkiye ekonomisine düzenli ve güvenilir gelir sağlaması umuluyor. Diğer yanda ise çevreci aktivistler ve duyarlı kamuoyu var; sektörün yarattığı büyük ölçekli tahribatın farkındalar ve seslerini giderek daha fazla yükseltiyorlar.

Okuma süresi: 6 dakika
Belek'te bir otel ve sahil boyu
Teaser Image Caption
Antalya'daki Belek, 80'li yıllardan itibaren kitlesel turizmin çevreyi başbaşka bir çehreye dönüştürdüğü başlıca lokasyonlardan.

Türkiye dünyanın en çok ziyaret edilen ülkeleri arasında[1]  ve sokakta bir turiste rastlamak olağan, hele de ülkede kitlesel turizmin başladığı ve hâlâ büyümeye devam ettiği Ege ve Akdeniz kıyılarındaysanız. 

Turizm sağlık, spor, eğlence, seyahat ya da tatil amaçlı geçici yer değiştirmelere deniyor[2]  ve bu aktivite günümüz Türkiye ekonomisinin en büyük gelir kaynaklarından biri. 2022 yılında Türkiye’ye en çok yabancı turist Almanya’dan geldi, onu Rusya ve Britanya izledi.[3] Uluslararası turizm, pandemi öncesi seviyeleri dahi aştı, yurtiçi turizmse henüz tam toparlanabilmiş değil.[4] Türkiye’nin mevcut ekonomik koşulları ve birçok vatandaşın geçim sıkıntısı çektiği göz önünde tutulunca, bu çok da şaşırtıcı sayılmaz.

Peki Türkiye nasıl oldu da bugünkü haliyle bir turistik destinasyon haline geldi? Fransa, İtalya ya da Yunanistan gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle kıyaslandığında, Türkiye’de turizmin gelişimi görece geç başladı. 1960'ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı'nın hazırladığı beş yıllık kalkınma planlarıyla turizmi teşvike yönelik adımlar atılsa da, süreç gerçek anlamda 1982 yılında çıkarılan “Turizmi Teşvik Kanunu” ile hız kazandı. Yasa, inşaat ve altyapı yatırımlarını özendiren bir dizi teşvik düzenlemesi içeriyordu. Kamuya ait arazilerin uzun vadeli tahsisi, altyapıyı kamunun sağlaması ve kredi destekleri ile elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetlerde sübvansiyonlu fiyat bu kapsamdaydı.

1980’li yıllarda ekonominin liberalleşmesi ve ulaşım olanaklarının artmasıyla, turizmin baskın biçimi olarak kitlesel turizm ortaya çıktı. “Deniz, kum, güneş” üçlüsü temelli bu model, günümüzde de ülkede turizmin en baskın biçimi. Bunun başlıca nedenlerinden biri, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir turizm planlamasının uzun süre yapılmamış olması. Turizm politikaları, 2007 yılına kadar büyük ölçüde kısa vadeli beş yıllık kalkınma planlarıyla şekillendi.[5] Sektöre başta yalnızca ekonomik bir zaviyeden yaklaşılması, sosyal, kültürel ve çevresel uzun vadeli etkilerin yeterince dikkate alınmamasına, hatta çoğunlukla göz ardı edilmesine neden oldu.[6]

Sahil hattının ötesinde 

Son yıllarda turizmde büyüme daha da hız kazanmış durumda; ancak bu ivmenin bedelini çoğu zaman çevre ve yerel topluluklar ödüyor. Turizmi Teşvik Kanunu'nda 2003'te yapılan değişiklikle planlama daha da merkezileştirildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı, kültürel ya da turistik koruma ve kalkınma bölgelerine ilişkin tüm planları onay yetkisini elinde topladı.[7] Aynı dönemde, turistik çeşitlilikte de artış oldu; turistik faaliyetler kıyıların ötesine yayıldı. Ancak yine de, İstanbul dışında, hem yurtiçi hem de yurtdışı turizmde Türkiye’de halen kıyılar önde.[8]

AKP iktidarında turizm yatırımları hem hız hem de önem kazandı. Kalkınmacı politikalar daha da güçlendirilerek hayata geçirildi.[9] Bu yaklaşımın izlerini, 2019-2023 yıllarını kapsayan en güncel kalkınma planında da görmek mümkün. Planda turizm, tarım ve savunma sanayi ile birlikte “öncelikli kalkınma alanı” ilan edildi.[10] Turizme verilen bu payeyle, sektörde çeşitlilik ve dönüşüm de hedeflendi. 2021 yılında Turizmi Teşvik Kanunu bir kez daha değitşi; Kültür ve Turizm Bakanlığı’na daha da geniş yetkiler tanındı. Artık karar süreçleri neredeyse tamamen merkezileşmişti.[11]

Ancak, çevre dostu uygulamalarla uyumlu sürdürülebilir kalkınmaya dair ifadeler oldukça muğlaktı: “Sürdürülebilir turizm uygulamaları, çevreye duyarlı ve sorumlu bir yaklaşımla geliştirilecektir” ifadesiyle yetinildi.[12] Çevresel hassasiyetten yoksun bu çerçevede, kamuya ait arazilerin özel yatırımlara tahsis edildiği birçok örnek kayıtlara geçti.[13] Yasal boşluklardan yararlanılarak orman alanlarının dahi kesilmesi, çevresel tahribatı daha da derinleştirdi.[14]

Dokunulmaz gelir kaynağı

Peki ama, turizm neden öncelikli bir kalkınma aracı seçildi? Cevabı basit: Ortada büyük bir para var. Geçmişte olduğu gibi bugün de turizm, kolay yoldan döviz getiriyor; makroekonomik sorunlarla başa çıkmak için etkili bir araç.[15] Son yıllarda yüksek enflasyon ve geçim sıkıntısıyla sarsılan Türkiye'de turizm AKP iktidarı için önemli bir gelir kaynağı dönmüş durumda. Ve bu gelir ne yazık ki, ülkenin kültürel mirası, yerel halkın hayatı ve doğanın tahribi karşılığı elde ediliyor. 

Oysa bunlar, Türkiye’nin cazibesinin de kaynağı. 

Turizm elbette gelir getiriyor, işsizliği azaltıyor ve yatırımları canlandırıyor. Peki bu kaynaktan gerçekte kimler fayda sağlıyor? Yerel işletmeler ve şirketlerin yanı sıra, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın çeşitli çıkar gruplarının da inşaat, madencilik ve enerji sektörlerindeki ihaleler ve teşvikler aracılığıyla servetlerini büyüttüğü gözlemleniyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, bizatihi Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy. Ersoy’un sahibi olduğu turizm şirketi, Türkiye kıyılarında birçok otel işletiyor.[16]

tourism flow in antalya airport
Antalya Havalimanı'nda sıradan bir gün.

Yani aslında AKP Türkiye’de öteden beri var olan kalkınmacı paradigmayı benimsemekle kalmadı, daha da pekiştirdi. Ekonomik kalkınmanın ilerlemenin temeli olduğu yaklaşımı, esaslı biçimde sorgulanmadı. Bu sorgulamayı istisnai biçimde sürdürenler ise çevre aktivistleri.[17]

Son yıllarda, hatta son on yıllarda, Türkiye'de çevresel duyarlılık arttı. Tuna ve Mutlu’ya göre yine de toplum, sosyoekonomik kalkınma talebiyle çevresel hassasiyet arasında bölünmüş gibi duruyor.[18] Yazarlar toplumun geniş kesimlerinin kalkınmacılığa daha yatkın olduğunu söylüyor; ancak çevresel sorunların da kamusal tartışmalarda giderek daha fazla yer tuttuğunu vurguluyorlar. Bu farkındalık ve koruma talebi çoğu zaman yerelde başlıyor; Bergama ve Akkuyu direnişleri tarihsel örnekler. Mücadeleler, çoğunlukla yerel halkın varoluşlarına yönelik bir tehdit algısıyla tetikleniyor.[19]

Ancak çevreci protestolar, yalnızca “bir ormanın, bir köyün ya da bir derenin” korunmasıyla sınırlı değil ve olmamalı da. Çevresel tahribatla yetki temerküzü (otoriter yönetim pratikleri) arasındaki bağ gün geçtikçe daha görünür hale geliyor. Yani protestolar aynı zamanda daha şeffaf ve hesap verebilir bir yönetişim talebinin de zeminini oluşturuyor.

Daha ötesinde, çevreci hareketler yolsuzlukları, hukuksuzlukları ve kötü yönetişimi ifşa potansiyeline de sahip.[20] Çevrenin korunmasının ötesine geçen bu potansiyelin somutlaşmasıyla, çevre hareketi hükümet politikalarına ve otoriter yönetime karşı en canlı mücadele alanlarından birine dönüşmüş durumda. Turizmin Türkiye’de ekonomik öncelik olarak konumlandırıldığı düşünüldüğünde, çevre hareketiyle kalkınmacı politikalar arasındaki çıkar çatışmasının en yoğun yaşandığı alanlardan biri hâline gelmesi olağan.

Bugün ülkede turizm, farklı talepler ve beklentilerin kesişim noktasında. Bir taraf sektörden zor durumdaki Türkiye ekonomisinin devası olmasını, düzenli ve güvenilir gelir sağlamasını umuyor. Diğer tarafta ise çevre bilinci yüksek kamuoyu ile aktivistler var. Turizmin flora, fauna, kültürel miras ve daha önemlisi yerel halk üzerindeki olumsuz etkilerini giderek daha çok vurguluyorlar. 

Tüm bu farklı talep ve farklı gelecek tahayyülleri arasında kalan ise yerel halk: Bir yanda habitatlarını koruma, bir yanda maişet derdi, bir yanda da ne dediklerine aldırmayan karar vericilerle başa çıkma mücadelesinin ön saflarında onlar var.